ACİL SERVİSTE BİRKAÇ SAAT


İnsan arada hasta olmasa dahi hastanelere gidip bahçesinde oturmalı bence. Oturmalı ki hani o çözümsüz sandığı dertlerinin aslında devede kulak misali ne kadar da önemsiz olduğunu anlamalı.
Dün hastane Acil Servisinde karşılaştığım manzaraları paylaşmak istiyorum.
Üç- dört yaşında bir erkek çocuk; oynarken düşmüş ve hastanedeki doktor müdahale edememiş koluna atel takmışlar. Annesi başka hastaneye gitmek üzere hızlı servisten çıktı, çocuğu tek başına banka bıraktı, bir koşu gidip geldi. Elinde belli ki çocuğun çok sevdiği kek ve meyve suyu vardı. Annesini görünce çocuğun ağlaması kesildi. Anne, kendi babasını ve kız kardeşini çağırmış, onlar geldi, anne onları görünce korku ve çaresizlikten ağlamaya başladı, anneyi gören çocuk da ağlamaya başladı. Ufaklığın teyzesi ona sarıldı “geçecek bak bir şey olmayacak” diye teselli etmeye çalıştı, dedesi ufaklığı kucağına aldı ve hep beraber başka bir hastanenin yolunu tuttular.
Elli yaş civarı boğazına delik açılmış boğazından ve ağzından akıntılar gelen bir adamı getirdiler. Yanında yakınları vardı. Davranışlarından eşi ve babası olduğu anlaşılıyordu. Kendi doktoru olmadığı için epey bir beklemek zorunda kaldılar. Yanında getirdikleri kağıt havlulara adam boğazında sık sık birikenleri kusarcasına çıkarıyordu, açılan delikten sızan akıntıları da yakınları silerek ona yardımcı olmaya çalışıyorlardı, çaresiz. Yüzü hasta adama benzeyen, kızları olduğunu düşündüğüm genç bir kız geldi. Dışarı çıkıp annesiyle endişeli konuşmalar yaptılar. Yaklaşık bir saat sonra doktordan haber geldi ve kalkıp birlikte içeri gittiler.
Altmış yaşlarında bir adam hızla aracını acil kapısına park etti, yolcu koltuğunda başını tutamayan biri vardı, çabucak içeriden aldığı tekerlekli sandalyeye bir kucak dolusu kadar kalmış hastayı sandalyeye dikkatle yerleştirdi ve hızla servise girdiler. Kan tahlili sonuçlarımızı doktora göstermek için tekrar servise geçtiğimizde yatağa almışlardı kucak dolusu hastayı. Bir kadındı. Kemoterapi ilaçları başındaki yüzündeki tüyleri dökmüş, gözlerindeki yaşam enerjisini almış, tüm yaşanmışlıklarını yüzünden silmişti. Yaşsızdı. Yaşını tahmin edebileceğim tüm belirtiler yok olmuştu. Çevresine bakıyor ama görmüyordu. Doktor eşimin tahlil sonuçlarının normal olduğunu bize söylediğinde arkamızı dönüp çıkarken Yaşsız Kadının bulunduğu yatak yerinde yoktu, sanırım yoğun bakıma gitmişti ve acil servis o tek yatağın orada olmamasıyla sanki tamamen boşalmış gibi geldi, içimde büyük bir hüzün, kendi sıkıntımızı unutturdu ve o kadının o hastaneden çıkamayacağını biliyordum.
Eşimin iki gündür yüksek tansiyonunu düşürememek, çektiği baş ağrısını geçirememek sanki dünyanın en büyük derdiydi benim için o an. Oysa yıllar önce o Yaşsız Kadın gibi hasta olan annemi kaybetmiştim. Çekilen ne dertler var biliyorum. İnsan önce kendini ve sevdiklerini düşünüyor öyle anlarda.
Bu dünyada hırsın, egonun devreye girdiği zirvede kalma isteği, daha çok kazanma düşüncesi, bir numara olabilme uğraşı, insanları kendi çıkarları için kullanma ve işi bittiğinde onları tanımamaları, sürekli endişeli yaşama, kazandıklarını kaybetme korkusunun yarattığı öfke ve güvensizlik.
Biz insanlar şunun farkında değiliz. Tüm sahip olduklarımızın -aslında olduğunu düşündüğümüzün- bir saniye içinde elimizden akıp gitmesi, yer değiştirmesi, değerini yitirmesi mümkün değil mi? Kayıpları yaşamadan daha çok yaşadığımızın farkında olsak, nefes aldığımızı hissetsek, güneşin tenimize değdiğindeki sıcaklığı duyumsasak, rüzgarı fark etsek, insanlara güvensek. İnsanlara güvenmiyorsan kendinden korkun var demektir bunun ayırdına varsak ve bir gün acil serviste kendimizin de oradaki insanlar gibi sırada bekleyebileceğimiz anlar olabileceğini, insan olduğumuzu sonsuza kadar genç ve sağlıklı olarak yaşayamayacağımızı arada sendeleyebileceğimizi bir düşünsek…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GECENİN IŞIĞI - ŞEBNUR ALTIN