GÖZLERİNDEKİ PIRILTI…


Puslu bir kış sabahı, balıkçı kahvesinde, sobanın dibinde oturarak mis gibi kokan taze çaylarını yudumlayan emekli iki arkadaş olan Mehmet ile Adnan konuşuyorlardı; Mehmet çalışıyordu, Adnan ise inzivaya çekilmiş bütün gün evde oturuyordu.  Mehmet, emekli bir öğretmendi ve bekçilik yaptığı işinden dönerken uğramıştı kahveye, arkadaşının yanına ilişivermişti.
            Adnan:
            - Nereden böyle arkadaş bu torbadakiler ne, yüklenmişsin yine?
            Mehmet:
             ̶   Biliyorsun Ahmet bey’in villasında bekçilik yapmaya başladım, onun evi dağın yamacında, köyden bayağı uzak. Gelirken tepelerden dağ kekiklerini topladım eve gidip demet yapacağım yarın pazarda gidip satacağım, Sen ne yapıyorsun, sıkkın görünüyorsun?
           Adnan:
              ̶  Yalnız olmak zor be dostum. Öyle oturuyorum işte.

            Mehmet:
             ̶   Yahu  Adnan, sen el mahareti olan bir adamsın, makas tutmasını, dikiş dikmesini, bilirsin, hatırlasana çocuklar küçükken giysilerini sen biçerdin hanımın dikerdi, bir de kışın hanımlara yardım ediyorduk, turşu kuruyordun. Şimdi tek başınasın, eskiden bir yumurta bile kıramazdın, ya şimdi her türlü yemeği çok da lezzetli yapıyorsun.
            Adnan:
              ̶  İş başa düştü…
            Mehmet:
             ̶  İş başa düştü deme, kendi başına ayakta durmayı öğrenmişsin, bu herkesin harcı değil. Sen de bunu başardığına memnun musun? Hem elinin marifeti olmasa yapamazdın yinede. Geçen hafta Bodrum pazarında Ragıp ağabeyi gördüm,  hani geçenlerde hanımını kaybetmişti, ondan iki sene önce de tek oğlunu trafik kazasında kaybetmişti. Toparlıyormuş yavaş yavaş kendini “oyalanmak lazım, elimden geliyor, bez bebek yapıp satıyorum” dedi bana. Helal olsun ağabey dedim, biraz lafladık sonra yanından ayrıldım.  Sen de yapamaz mısın?
            Diğeri hiç bir şey demeden başını sallayarak onu onaylıyordu; zaten konuşmayı da pek sevmezdi, birden “ yaparııııım” diye atıldı, sonra tekrar sustu.
            Mehmet:
            ̶  İstersen yaparsın tabii be Adnan. Üretken olmak lazım değil mi? Üreten insan kaliteli bir yaşama sahip olur, paylaşımcı olur ve daima olaylara olumlu bakar. Çevresinde her an insanlar olur. Bodrum’daki rahmetli Ali ustayı hatırlıyor musun?
            Adnan:
              ̶  Evet, şu sandalet yapan Ali usta.
Mehmet :
            ̶  Heh, evet o. Öldüğü ana kadar elleri ile sandalet yapmaya devam etti biliyor muydun? İçinde tutku vardı, her imal ettiği sandalete gözü gibi bakardı, tabii kendisine de.           Adnan:
              ̶  Zaten çok sıkılıyorum, yalnızım da biliyorsun, çocuklar kendi yaşamlarında, başka şehirlerde koşturup duruyorlar; pek sıkta gelemiyorlar.
            Mehmet :
            ̶  İşte sana fırsat be dostum. Ne istersen yapabilme özgürlüğün var, karışanın görüşenin yok.  Ne istersen yapabilirsin. Bir şeylerle oyalanmayı hiç düşündün mü? O zaman hiç sıkılacak vakit bile bulamazsın. Üretken insan mutlu olur. Hem de daha uzun yaşar. Koca koca eski iş adamlarına baksana, hele rahmetli Vehbi KOÇ 95 yaşında ölünceye kadar çalıştı. Üretken insanların zihinleri sürekli çalışır, haa bak alzheimer olma riskinde ortadan kalkar laf aramızda.   Güldü Adnan, Mehmet’in söylediklerine.
            Mehmet devam etti:
            ̶  Vallahi, gazetede okumuştum geçenlerde sürekli çalışan beyin, daima yeni hücreler üretiyormuş, capcanlı kalıyormuş. Düşününce, gerçekten doğru. Yenilikler için çalışıp durur ya beyin, pırıl pırıl olacak tabii.  Bir de üreten insan, depresyondan uzak olduğu için vücut sağlığı da yerinde olur diyordu.
            Adnan :
            ̶   Depresyon kanser yapıyormuş dedi düşünceli düşünceli-eşini kanser hastalığından kaybetmişti-.
            Mehmet :
            ̶  Öyle tabi.  75 yaşındaki Cemil usta hala fabrikada çalışıyor. Zımba gibi, bir sorun olduğunda fikri soruluyor, çözüm bulduğunda da değme onun keyfine. Fabrikada üretkenliğine, varlığına değer veriliyor.
            Adnan:
              ̶  O gençliğinden beri aynı fabrikada çalışıyor, fabrikanın demirbaşı oldu artık, heh heh heh…
            Mehmet :
            ̶  Cemil usta ile konuştum geçenlerde, hala ne diye çalışıyorsun diye sorduğumda Cemil usta “ Beni fabrikada seviyorlar, sayıyorlar, bu çok hoşuma gidiyor. Hem çalıştığım zaman kendimi de dinlemiyorum. Yıllardır kireçlenmelerim var, ne zaman tatil olsa ağrımaya başlıyorlar, o yüzden tatili hiç sevmem, hele birde şu bayram tatili diye on günlük tatiller oluyor ya işte o benim kâbusum; on gün boyunca ağrıdan gözüme uyku girmez, ne zaman iş başı yaparım hiçbir sıkıntım kalmaz” diyor. Sonra devam etti “ hem tatilde evde kalınca hanımla birbirimizi yiyoruz, çalışırken öyle mi aramızdan su sızmaz.”
            Adnan:
              ̶  O dediğini yapmak için yani üretmek için para lazım üstat. Benim bir bağkur emekli maaşım var zaten zor geçiniyorum.
            Mehmet :
            ̶  Amma yaptın usta yaaa. Duyan da koca fabrikalar kuracaksın sanacak. Üretmek demek fabrika demek değil ya, evde oyalanacağın bir şeyler yapmak, Ragıp ağabey gibi iki metre kumaştan yapacağın bezden oyuncak olur, dağdan toplayacağın meyveleri satmak olur. Hem ben sana söyleyeyim mi, şu içtiğin sigara var ya günde bir paket içeceğine yarım paket içersin al sana 100 kağıt cepte. 100 liraya neler yaparsın, fabrika bile kurarsın alimallah. Kahkahalarla gülüştüler.
            Adnan:
              ̶  Dur bakalım, hele ben biraz düşüneyim, belki ben de bezden oyuncaklar ya da kuklalar yaparım, hatta bir tane yapıp bizim toruna gönderirim. Ona da sorarım nasıl olmuş, beğenirse belki yaza kadar birkaç tane yaparım. Dikiş makinesi de almak…  Mehmet heyecanla araya girdi:
            ̶  Heh şöyle be ağabey, gözlerinde pırıltı olmaya başladı. Hem sen başla üretime bizim hanımın köşede duran eski dikiş makinesini sana veririz, köşede paslanacağına üretime dahil olsun dimi.  Heheheeh
            Adnan:
              ̶  Hani Emin ağabeyi biliyorsun, köyde zeytinyağı yapıyor. Ondan da birkaç şişe zeytinyağı alırım,  bende pazarda satarım, n’olcak birkaç şişeden, hem ağır da olmaz taşırken de zorlanmam.
            Mehmet :
            ̶  Yaşa be dostum, işte böyle…
Mehmet’de, Adnan’ın gözünde oluşturduğu pırıltıyı görmenin memnuniyeti, Adnan’da “bir şeyler yapabilir miyim”  düşüncesinin verdiği heyecan ve tedirginliğin oluşturduğu bir ruh hali vardı. İki arkadaş saatlerine bakıp, denize açılan balıkçıların gelmek üzere olduklarını anladılar ve kahveden balıkçı pazarına doğru sohbet ede ede yol aldılar.

Servet Duygu CERİTOĞLU

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GECENİN IŞIĞI - ŞEBNUR ALTIN